26 Haziran 2020 Cuma

Marie Antoinette

Dünyanın her yerindeki ve her dönemindeki insan hikâyeleri bir biçimde herkese dokunur. 
Milyarlarca insanın ortak paydası, "insan olmak"tır çünkü...
İnsanlığın da, milyarlarca görüntüsü var.
***
"Hakikat, genelde görünmeyende/gösterilmeyende saklıdır" derler. 
Ve hakikati görebilmek için;
- Belirli bir ölçüde akıl ve zekâya sahip olmak;
- İstekli olmak;
- Gönül gözüyle bakmak;
- Vicdan sahibi olmak;
- Zihinsel anlamda da sağlıklı olmak gibi bir takım gereklilikler vardır.
***
Masum ve cani, insanlık tarihinde kişilere, devirlere ve olaylara göre yer değiştirebilmiş; masumlar ve caniler olan değil, olması istenen rollere büründürülebilmiştir. Bu tarihin değişmez yazgısı ve trajedisidir. Elbette trajediler genelleştirilecek kadar çok olmasa da; azımsanacak kadar da az değildir.
Tarihi kahramanların çoğunun yaşamında, biraz okuma ve araştırmayla bunu görmek olanaklıdır.
Marie Antoinette de, tarihin en talihsiz kadınlarından biri. Hiç ilgisi olmadığı halde Fransız Devrimi'nin içine sürüklenen ve yaşamı elinden alınan Avusturyalı Fransa Kraliçesi'nin yaşamını Stefan ZweigDan okudum. Biraz da başka bilgi kaynaklarına baktım."Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözü kendisine mal edilse de böyle bir sözü söylediğine dair her hangi bir bilgi yoktur. 
Tarihin ve talihin elinde oyuncak olmuş yaşamlar, tarihin ve talihin elinde hep var olagelmiştir; olmaya da devam edecektir kuşkusuz. 
***
Stefan Zweig kitaba "Hakikat ile siyaset pek nadir olarak aynı çatı altında yaşar" diyerek giriş yapmış. Marie, siyasetle hiç ilgilenmediği halde siyasal olayların ve karmaşanın içine çekildi. Kraliçe Marie Antoinette öldürülmeden önce her türlü ahlaksızlığı yakıştırdılar; 1815'ten sonra ise "azize" ilan edildi. Çünkü, iktidar değişmişti. "Siyaset ile hakikatin aynı çatı altında barınamaması" bu olsa gerek. Mevsime göre iyiler ve kötüler hep yer değiştirir. Sanırım tarihin insanlığa ilenci de budur.
***
Marie Antoinette, ne iyi ne de kötü; yalnızca sıradan bir kadındı. Ama bir facianın baş aktörlerinden biri ilan edildi. Çünkü, kurban gerekiyordu.
İnsanın kendine göre bir alan bulamaması bir faciadır. Kaderin en iyi kırbacı felakettir. Nitekim, Marie Antoinette bu durumu idrak ettiğinde çok geç olmuştu:
"İnsan felaket içinde iken ne olduğunu daha iyi anlıyor. Tarih, fena bir akibete hazırladıklarına önceden haber vermiyor" diyordu ama artık çok geçti.
***
Madam du Barry örneğinde de olduğu gibi, 15. Louis döneminde "herkes liyakatine göre değil, dalkavukluk derecesine göre ünvan kazanıyor. Madam du Barry'nin celladına son sözleri, "Bir dakika daha" olmuştur. 

Bu dönem Rococo veya Lale devirleri gibidir. Antoinette'in aslında siyasetle ve yönetimle hiç ilgisi yoktur. En büyük zaafları eğlence, elbise ve elmaslardır. O yalnızca eğlenmek istiyordu.
Yanlış dostlar edindiği için yaklaşan felaketi göremedi. Annesi ve kardeşi mektuplar yazarak, "Eğer ıslah olmazsanız büyük felaket kaçınılmaz olur" diye uyarıyorlardı. 

Eski devirlerde düşmanları tepelemek için zehir ve bıçak kullanılıyordu. M. Antoinette devrinde ise kalem ve mürekkep zehir kadar öldürücü olabiliyordu. (Aslında hiç değişmiyor bu hakikat. Şimdi de sosyal medya araçları...)
"Felaket bir insanın ahlakını değiştirmez. Fakat uyuyan bazı yeteneklerinin uyanmasını sağlar ve gelişmesine yardımcı olur. Şeytani zekâsı olanlar genellikle sıradan insanlara bir korku hissi verirler. Karaya hücum eden dalgalar toprağı birden bire kaplamaz; daima, biraz geri çekildikten sonra daha şiddetli hücum eder" diyor Marie, onca felâketi yaşadıktan sonra... 

Oğlunu kendinden ayırdıklarında, bakıcılarına yazdığı mektup oldukça etkileyici bir psikanaliz örneğidir:
"Oğlumun sağlığı her zaman mükemmeldir. Yalnız sinirleri zayıftır. Küçükken, henüz beşiğinde uyurken en küçük gürültü onu rahatsız ederdi. Dişlerini sorunsuz çıkardı. Etrafında köpek görmediği için bu hayvanların havlaması onu rahatsız ediyor. Bu hali beni korkutmuyor. Eminim ki, büyüyünce geçecektir. Sağlıklı ve gürbüz çocukların hepsi gibi o da neşeli, gürültücü ve öfkelidir. Fakat sevmeyi ve sevilmeyi çok seven uyumlu bir çocuktur. Fevkalade onur sahibidir. Yeni tanıdığı insanlara iyi davranır. Yakından tanıdıklarına nazlanır ve hırslanır. Bir şeye söz verdiği zaman sözünü muhakkak tutar. Fakat boş boğazdır; her işittiğini ve gördüğünü tekrarlar. Biraz tatlılık ve biraz sertlikle muhakkak yola gelir. Yaşına göre pek güçlü bir karaktere sahiptir. "Affedersiniz" demekten nefret eder, özür dilemeyi sevmez. Çocuklarımın bana güveni vardır. Kusurları olduğu zaman onları anlayacağımı bilirler. Ben de öfkelendiğimi ve üzgün olduğumu hissettiririm.  Gereksiz bir şey istemem onlardan..."

Ve Marie Antoinette, olağanüstü bir dramın kahramanı olarak 38 yaşında giyotinde can verir. Bir kavganın en alakasız kurbanlarından biri olarak, kitlelerin aklını kaybedişinin sonucu olarak hayatından olur. Evet, kaos ve karmaşa kitlelerin aklını alır ve masumla cani ayırt edilemez hale gelir. Kendi iradesinin dışında bir trajedinin ortasına sürüklenir ve o trajedi tarafından yutulur. 
Af dilemeden mertçe başını giyotine uzatan Antoinette, insanlığın "farklı anlatılan öykülerinin aksine" sıradan ve dürüst bir insan olarak yaşamıştır. 1793 yılı Avusturyalı Fransız Kraliçesi'nin dünyaya veda yılıdır.

Sonuçta insan, daha çok trajedilerden öğreniyor. Öğrenmek isteyen insan, elbette... Önyargı duvarlarını aşıp, insanlığın hikâyelerini öğrenmek için okumak gerek. Çünkü, insan her yerde insan. Etiketler,
isimlendirmeler, kimlikler önemsiz hale geliyor trajediler karşısında. 
Fransız Devrimi'ni (1789) yapanlar da, ortamın ve kaosun kurbanı olmuş; giyotine gönderdikleri gibi kendileri de giyotinin kurbanı olmuşlardır. 
İnsanlık tarihinin zavallılığı açıkça bütün dönemleriyle ardımızda duruyor. Ama bu zavallılık, sefalet, haksızlık, toplumsal linçler hiç bitmiyor.
İyiyi, gerçeği, adaleti, barışı ve özgürlüğü arayış hiç bitmiyor.
Ama karşısındaki kötülük de hiç bitmiyor.
İnsan böyle yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak...
Yeryüzü, her gün kötülüklerle ve iyiliklerle yeniden kuruluyor ve yeniden yıkılıyor...
Yaşam böyle kodlanmış...
Yazgı!...


30 Mayıs 2020 Cumartesi

Semerkant: Nizamülmülk ve Selçuklu Sultanları

Kent doğar, büyür, ihtişamlı zamanlar yaşar; gün gelir ölür ve nekropolise dönüşür. İnsanın yazgısı ile kentin yazgısı birlikte yürür. Saltanatlar, ordular, bilginler, sanatçılar, buluşlar, alt üst oluşlar, doğumlar, ölümler, kuruluşlar, yıkılışlar, krallar, imparatorlar, fetihler, monarşiler, cumhuriyetler, demokrasiler, aşklar, acılar... 'Birey'e, 'toplum'a ve 'devlet'e dair ne varsa, hepsi kenttedir, kentledir ve kentlilerledir. Her kent, bir doğum ve ölümdür; sevgidir, nefrettir; kavuşmadır, ayrılıktır; kuruluştur, yıkılıştır...
Semerkant, bir dönemin Buhara, Horasan ve Taşkent'i gibi hem İslam coğrafyasını hem de dünyayı ışıklandıran sembol Türk kentlerinden birisiydi. Romanlara konu olan, efsaneleriyle tarih olan bir kentti Semerkant. İhtişamlı zamanlarından yalnızca bir kaç asaletli iz barındıran ve şimdilerde adını sanını çoğunun bilmediği bir kent, okuduğunuz bir romanla kendisine aşık edecek kadar gizemli ve muhteşem bir geçmişle karşımıza çıkabiliyor. Ben de (ne yazık ki), ününü çok eski zamanlarımdan bilsem de, Semerkant'la böyle karşılaştım.  
Kentler üzerine yazılmış çok sayıda romana rastlayabilirsiniz. Ama Amin Maalouf gibi bir kalemden Semerkant'ı okumak demek, tarihi bütün boyutlarıyla yaşamak ve o dönemin aktörleriyle özdeşleşmek, konuşmak, tarihle akmak demek... Nizamülmülk gibi bir efsane devlet adamı; Anadolu'yu yurt yapan Sultan Alparslan; Tuğrul ve Çağrı Beylerin bilinmeyenleri; Sultan Melikşah'ın devlet adamlığı ve nihayet Ömer Hayyam gibi bir dehanın dolaştığı coğrafyalar ve talihsizlikler...  Selçukluların bir zamanlar yurt edindiği Tebriz ve Isfahan'ın büyüleyiciliği geçmişten bugüne uzanıyor.

Amin Maalouf, 
Sultan Alparslan döneminden başlayarak Orta Asya şehirlerini, hükümdarlarını, saray entrikalarını, zaferleri, yenilgileri ve elbette tarihi ihanetleri çok güzel anlatıyor.

Roman'daki bazı kısımlardan kesitler ve yorumlar:
Cengiz Han, Doğu'nun başına çöken en yıkıcı afetti. Pekin, Buhara, Semerkant gibi şehirleri yeryüzünden kazıdı. Semerkant gibi bir bilim, kültür ve irfan yurdu da Cengiz eliyle yeryüzünden neredeyse silinmişti. Kısa sürede bütün coğrafyaları ezip geçen Cengiz Han, Türk, İslam ve Çin kültürünün ürettiği evrensel bilginin büyük kısmını yok etti. Kaleleri yıkmakla, insanları öldürmekle yetinmedi; yüzlerce yılın birikimi eserleri ve kütüphaneleri de yaktı, yıktı.

O Semerkant ki;
"Ve şimdi gezdir gözlerini Semerkant'ın üzerinde! Değil mi ki o yeryüzünün ecesidir. Alıp tüm diğer kentlerin yazgı iplerini eline, çıkmamış mı hepsinin üstüne gururla?" Edgar Allan Poe (1809-1849).

Ne güzel bir kent tanımı:
Semerkant, Dünyanın ezelden beri Güneşe çevirdiği en güzel yüz.

Kentlere özgü övgülerin en güzellerinden birisi de İstanbul için yapılmamış mıydı?

"Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır."

Şair Nedim, İstanbul'u paha biçilemez değerde görmekte ve bir taşına Acem mülkünü feda etmekteydi.
İnsanların o zamanki, bu zamanki ve gelecekteki koyu cehaletleri ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi:
"Hiç, bildikleri hiç, bilmek istedikleri hiç..." Ömer Hayyam
İnsanların kör cehaletle, önyargıyla, bilgisizlikle yaşaması günümüze özgü değil, bütün çağların en devasız derdidir. Bilmez; bilmediğini de bilmez. Cehaletin en kötüsü...

"Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyorsan; gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut!" Semerkant Kadısı Ebu Tahir. "Görme, duyma ve konuşma" öğüdü sanırım koltuğunu, menfaatini korumanın ve hayatta kalmanın bir yolu olarak önerilmiş... Makyavelizmin farklı bir versiyonu.

"Mekke, Semerkant, Şam ve Palermo: Dört kent. İsyan yıldızı altında doğmuşlardır. Hz. Muhammed Mekkelilerin kibrini kılıç zoruyla yendi." İnsanların olduğu kadar, kentlerin kibirleri de var muhakkak. Kentlerimiz, memleketlerimiz, toplumlarımız bazen 'putlaştırılır." Sanki, Güneş sistemleri, aylar, yıldızlar ve bütün evren bizim, ailemizin, köyümüzün, kentimizin, toplumumuzun var olması için var edilmişler gibi ezeli bir yanılgıyla yaşarız. Oysa, insanlar her yerde insandır. İnsanı, kenti, toplumu yücelten yalnızca "insanlığa kazandırdıkları", bütün insanlığın kabul ettiği evrensel değerlerdir.

"Değildir yoksul, azla yetinmeyi bilen..." Ö. Hayyam
İbni Sina'dan sonra tıp, astroloji, matematik, fizik ve kelâmda dönemin en iyisi Hayyam.
Tuğrul ve Çağrı Beyler'in birisi "öfke"yi, diğeri "itidal"i temsil ediyor. Bir savaş sonrasında Nişabur'da Tuğrul Bey kendisini öldüreceğini söyleyerek Çağrı Bey'i zulümden vazgeçirmiştir. Ölümsüz olduğunu zannedenlere, "ölümlü" olduğunu bilen birinin "adaleti" canı pahasına öğütlemesi paha biçilemez bir erdemdir. 

Çağrı Bey'in oğlu Sultan Alparslan, Alparslan'ın oğlu Melikşah. Selçuklu tarihine damga vuran bu sultanlar kısa zamanda büyük fetihler yapmışlardır. Abbasi halifeleriyle anlaşarak geçici de olsa, bir barış dönemi yaşanmasını sağlamışlardır.

Sultan Alparslan, çok kısa bir zamanda Kars'taki Ani kentini (1064) fethetmiş, ardından Diyarbakır'a geçmiş ve tarihi değiştiren zaferlerden birisini Malazgirt'te (1071) kazanmıştır. 
Sultan Alparslan'ın sonu ve ölmeden önceki sözleri oldukça trajik:

"Daha dün bir tepenin üstünden birliklerimi teftiş ediyordum. Onların adımlarının altında yerin sarsıldığını hissettim ve kendi kendime 'Şu Cihanın hâkimiyim! Benimle kim boy ölçüşebilir?" dedim. Allah bu kibrime karşı insanların en sefilini, yenilmiş, esir düşmüş bir adamı, bir idam mahkûmunu saldı üzerime; o benden daha güçlü çıktı, vurdu devirdi beni tahtımdan, aldı canımı." 
Ve 43 yaşında iken, tutsak aldığı kale komutanı tarafından öldürüldü.

"Ecel çıkıverir pusudan;, benim, ben diye!." Ö. Hayyam

"Hiçbir şeye şaşırma, hakikatin de insanların da iki yüzü vardır." Selçuklu sultanları Alparslan ve Melikşah'ın büyük veziri Nizamülmülk.

Nizamülmülk, başkalarına istediği hareketleri yaptıran kuklacı gibiydi. Suskunlukları dillere destandı. Devlet adamı yetiştirmek için okullar açtı, sultanların her zaman en iyi idarecisi oldu.

Melikşah'ın otağı ve başkenti Isfahan. 
"Isfahan, nısf-ı cihan." Cihan'ın (dünyanın) yarısı demek, Isfahan demek. O dönem 60 kervansarayı , 200 sarrafı ve kapalı çarşılarıyla dünyayı büyüleyen bir kent Isfahan. 

Dönemin bilgini ve seyyahı Ömer Hayyam'ın romanda geçen bazı şiirleri ve sözleri:

"Geçip gidiyor o asude gençlik çağı/ 
Ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı.

Iztıraptan belin büküldüğünde/ 
Dünyanın üstüne ebedi bir gece çöksün istediğinde/ 
Yağmurun ardından ışıldayan yeşilliği düşün/
Düşün bir çocuğun uykudan uyanışını.


Ne bilginler geldi, neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar...
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uykuya daldılar.

Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitti mi oyun, mezardayız hepimiz.

Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun;
Çok uzun bir hikâyeyi özetlemek gerekirse;
Derim ki, çıkmış ummanın derinliklerinden,
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden. 

Cennet de sende, Cehennem de.

Hiçbir sultan benim kadar mutlu, hiçbir dilenci benim kadar mutsuz değildir."

Bir dönemi ve aktörlerini tanımak için "iyi romanlar" da oldukça iyi kaynaklardır; okumayı sevenler için.