Neye sahip olmak istiyoruz?
Nedir içinden (sadece) geçip gittiğimiz ve kalıcı olamayacağımız bu dünyadaki amacımız?
Mevlana diyor ki, “Her kuşun yiyeceği kendi büyüklüğüncedir.”
O halde sahip olmak istediğimiz "fazlalıklar" büyüklüğümüzü aşarken, bu aşırılıklar nereye götürecek hepimizi?...
Uruguay’ın Jose Mujica’sının dediği gibi, “Hep bir şeyler satın almak için zamanımızı harcıyoruz. Oysa hayatı satın alamayız. Hayatımızı harcıyoruz. Özgürlüğü, aklı, düşünceyi, kültürü… kısacası ruhumuza huzur veren değerleri önemsemiyoruz…”
Kimimiz de, "değerlerden bile" habersiziz...
Biriktirmek ve tüketmek için zamanını, sağlığını ve enerjini harca!
Ama hiç yaşamadan geç git bu dünyadan.
Yaşam
bu olmamalı! Bu engebeli yaşam yolculuğunu anlamak ve anlamlandırmak için ne
yapıyoruz?
Hiç!
Bir
yolculuktayız:
“Rüzgâr,
yıldızlar ve su.
Bir
Afrika rüyasının uykusu
düşmüş
dalgalara.
Işıltılı,
kara
bir
yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir
sayısız
bir
uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin” diyor Nazım Hikmet
Nedir peşinde olduğumuz? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (bilgi zehirlenmesi de denebilir) insanları düşünemez hale getirmişken, düşünceye nasıl kapı aralayacağız ve bahtsız kalabalıklar içinde kendimizi nasıl bulacağız?
Esas olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu yaşamda?
“Aşk imiş her ne var ise âlemde (evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan, empati nasıl anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı. Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı…
Charles
Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”ndeki gibi “en iyi zamanlardı ve en kötü
zamanlardı” yaşadığımız anlar…
Günümüz insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede en büyük karanlığı yaşıyor. Muazzam çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı.
Bu acımasız tüketim çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Cengiz Aytmatov’un Mankurtları dünya nüfusu içinde çok büyük bir orana ulaşmış durumda. Yaşamlarımız büyük tehdit altında. Toplum makinesinin dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes. İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu, durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca…
Teknoloji mutluluk
getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme
virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.
Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında olacağız? Böyle bir olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan, Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz. Mevlana, Yunus, Ahmet Yesevi gibi gönül zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, A. Schopenhauer, Nietszche, Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda…
Dili, dini,
rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun
dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı
değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin
kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün
her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık,
sevgisizlik…
Karanlıkları aydınlatan gönül mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun, canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi.
Özgürlüğe kavuşan “canlar.”
Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü
yaşayabilenlerin hikâyesi. İnsanlığın büyük yıldızlarının yaşamlarından
mesajlar.
Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor.
“Doğruya ve iyiye adres sormamak
gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal
yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için
yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar
üretmeye çabalamak…
Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan, yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, cananıyla, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır.
“Ben iken biz olanlar”,
“ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”,
“aşksızlığın en büyük dert olduğunu bilenler -ki Mevlana, aşksızlara yazıklar
olsun diyor”, “ten kafesinden (bayağı isteklerden) çıkabilenler” arınma yolunda
olacaklardır.…
İlahi
aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın
yürek ülkesinde…
Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki?
Herkese ve herşeye
yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen
insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka
dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek
öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek
azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce
adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben
bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların,
öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.
Ve insanlığın karanlık yanı kötülüğü alkışlarken, gönlü kömürleşmemişleri arıyor insanlığın aydınlık yanı.
Umut güneşiniz hiç kaybolmasın gönül ülkenizden...