9 Temmuz 2019 Salı

Öğrenen İnsan

İlim ilim bilmektir, 
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsen,
Bu nice okumaktır? Yunus Emre

Bu aralar yalnızca "insan" ve "onun öyküsü" üzerine okuyor ve
kendimce düşünmeye çalışıyorum ve bunu yaparken insanlık tarihi boyunca da bu konularda düşünenlerden yararlanmaya çalışıyorum. Düşünmek, iyi iş. İnsanın ruhunu ve kalbini besliyor. 

İnsanın yaşam yolculuğunun gizemi hakkında yeterince düşünülmüş, konuşulmuş aslında. Bir önceki yazıda ve daha önceki bir yazıda bu düşüncelerden bazılarına değindim. Bu yazıda da biraz dağınık da olsa aynı yolda devam edeceğim. 
İnsanın doğru bilgiye ulaşması diye bir kesinlik var mıdır? Genelde her şey görecelilik üzerine kurulu gibi görünüyor. Çünkü, insanlık tarihi bunu gösteriyor. Bilginin kaynağı, farklı dönemlere ve toplumlara göre değişmekle birlikte vahiy, akıl ve deney gibi farklılıklar gösteriyor. İnsanlar bugüne kadar temel olarak genellikle bu kaynaklardan beslenerek kendi yaşamı için doğru olanı bulmaya çalışmış. Ancak, genel bir fotoğraf çekildiğinde nesnel bir bakışla bakarsanız aynı din, aynı ideoloji ve aynı düşünce sistemi içinde bile birliktelik yok. Doğrular ve yanlışlar hakkındaki tutum ve kanaatler ve hatta davranışlar inanılmaz farklılıklar gösteriyor; "aynılıkların içerisinde" muazzam düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. O halde bizim için iyi olanı, bizi geliştirecek olanı, bizi zihinsel ve duygusal zenginliğe götürecek olanı nasıl bulacağız?
Bugün bütün dinler, ideolojiler, sistemler "kendi üstünlükleri" hakkında tavizsiz. İnsanı mutlu edecek yol ve yöntemler konusunda  dinler ve ideolojiler ne diyor? İnsanın mutluluğu yer yüzünde mi, öbür dünyada mı? Dinlere göre ahirette, ideolojilere göre ise dünyada. Platona göre, bu dünya "gölgeler dünyası" ve gerçek dünyanın bir yansıması.

Fransız filozof Montaigne (1533-1592), akla ve deneye önem verirdi ve en büyük kaygısının "iç özgürlüğünü" korumak olduğunu söylerdi. İç özgürlüğü? Korkulardan, kaygılardan, beklentilerden bağımsız olmak mı? "Kendini tanıyarak ve öğrenerek" dünyanın bütün ihtişamına, sunduklarına ve tuzaklarına eyvallah etmemek mi?
"Benim yaptığım şey, bildiklerimi söylemek değil kendimi öğrenmektir. Başkasına değil, kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına anlatmakla da kötü bir iş yapmıyorum. Bana yararı olan bir işin başkalarına da yararı olabilir." 
Kendini tanı. Çünkü sen Tanrı'nın muhatabısın. Akıl, bilinç ve yürek sahibisin. "Kendini olduğundan az göstermek alçak gönüllülük değil, aptallıktır. Kendine olduğundan az değer vermek, korkaklık ve pısırıklıktır. Kendini olduğundan fazla göstermek de çoğu kez kibirden değil, aptallıktandır."

Demek ki, değerini hiçleştirmek de değerini abartmak da akıl dışı ve hiçbir nesnelliği yok. Filozofların bütün işinin ve bu arada dinlerin temel kurgusunun insanın en ölümcül kaygısı ve endişesini, yani "ölümü" açıklamak olduğunu biliyoruz. Montaigne de, "felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir" diyor. Düşünerek, ölüm korkusunu yenmek, Steve Jobs'un dediği gibi bu eşsiz olayın son derece doğal olduğunu ; aslında olması gerekenin bu olduğunu içselleştirmek ancak "kendini öğrenenlerin" işidir. Çünkü, "ölüm, ölümü bekleyişten daha az acı verir." Kafka ne güzel demiş: "Ölümün olduğu bir dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında." O halde?

*** İnsan, doğru olmasa da işine gelene inanır.***

Yaşamı cesaretle yaşamak ve tamamlamak gerekir. Seneca, "cesaret, tehlikeye doymaz" demiş. Hz. İsa 33 yaşında çarmıha gerildi. Büyük İskender 33 yaşında öldü. Tarihin bildiği ve kaydettiği birçok isim 50 yaşını göremeden yaşam yolculuğunu tamamladı. O halde yaşarken, gerçekten yaşamak lazım. İnsanca, cesurca ve vicdanını çöpe atmadan. İnsanlığını eski bir elbise gibi çıkarıp atarak ve ihtiraslarının kölesi olarak, tiksinti verici bir canavara dönüşerek bu yaşam yolculuğunu tamamlamak, insan olarak bu dünyaya gelenler için çok acınası ve zavallı bir son oluyor genellikle.

İnsanın yaşam yolculuğu yalnız başlar; yalnız başına gelir bu dünyaya ve yalnız başına gider. "Ey dostlarım, dost yoktur bu dünyada" diyen Sokrates ne güzel ayna tutmuş insanlığa? İnsan yaşamında yüzlerce, binlerce insan tanır. Ama dost diyebileceği, yaşam yükünü birlikte paylaşabileceği kaç kişi çıkar? Öyle iyi gün dostları değil kast edilen elbette. Zor zamanların, zorlu anların dostları. T. Hobbes da bu konuda oldukça karamsarlardan: "İnsan yaşamı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer." O dönemlerde yaşam elbette çok daha kısaydı. Bugün yaşam uzadı, insanlar göreceli olarak daha iyi koşullarda yaşıyor ancak insanlıklar kısaldı.

"İyi insan"ı nasıl tanımlarız? "Akıllı, dikkatli, duyarlı, cesur, dost canlısı, adil, işbirliğine ve yardımlaşmaya açık, dürüst, sorumluluk sahibi vs..."  gibi birçok tanımlama var.
Kötülüğü meşrulaştıran, yücelten ve önerenler de var. N. Machiavelli " İnsan iki yüzlü olmalıdır. Halk dürüst bilsin. Gerçekte olmasan da olur" diyor mesela. 
"Toplumsallığımız iyi olmayı gerektiriyor" diyor bir felsefeci. Belki toplumsallığımız, belki vicdanımız, belki yaradılışımız, belki inancımız, belki de kültürümüz. "İyi olmayanlar" demek ki, hiçbir iyilikten nasiplenemeyenler ya da "nasiplenmiş" görünenler. "Kötüler rahat uyuyamazlar. Vicdanları onlardan intikam alır" diyor S. Blackburn. Felsefeciler "insan doğasının değişimi" üzerinde de çok tartışıyorlar. "Değişir" diyenler var ve ABD Kanada karşılaştırması üzerinden bunu savunuyorlar. Mesela "ABD'deki cinayet oranının Kanada'nın dört katı olması ancak toplumsal kültürle açıklanabilir" diyorlar. 

İyi insan olmak da, kötü insan olmak da irade işi gibi görünüyor. Ancak, toplumsal birikimlerin de epey günahı var. İnsanın insanları aldatması ne kadar trajikse, kendisini aldatması daha da trajiktir. İnsan, kendini genellikle aldatır. Başkalarının kendisini nasıl gördüğünü göremez. Kendini aldatan, hem suçlu hem de kurban durumundadır.

Kendini öğrenme yolculuğunda, "öğrenen insan" olmak da ilahi bir armağan. Öğrenen insanlardan olmak dileğiyle...


1 Temmuz 2019 Pazartesi

Yaşama İşi

Meşru olanı istemek, meşrudur; meşru olanı her yolu kullanarak ve kendini hırpalayarak istemek olan "hırs" ise gayri meşrudur, erdemler kitabına göre. Her insan, yaşam boyu farklı şeyleri isteyebilir; elde edebilir veya edemeyebilir. Önemli olan "isteklerin" meşru ve kabul görmüş yollardan elde edilmeye çalışılmasıdır. Hırs, ise kötüdür. Çünkü, hırs hastalığına yakalanan doymak bilmez bir "muhteris"tir. Hırs ve muhteris kardeştir!

Gorki, "İnsan ne kadar az isterse o kadar mutlu olur! İstekleri arttıkça özgürlüğünü yitirir" derken , sanırım isteklerin "bağımlılık prangalarına", yani hırs kelepçelerine dönüştüğünü vurgulamak istiyordu.
Mevlana, "Varsayalım ki bütün dünya altın oldu ve hepsi senin oldu. Bu kar ile güneş hikayesi gibidir. Her yer karla dolsa, bir güneş çıkar ve eritir onu. Her yer altınla dolu olsa ve senin olsa, nihayetinde ölüm eritir onu, hiçleştirir" der. 
O halde ölümle bitecek bir yaşamın kıyısında dolanıyorken, insanların "ölümcül hırsla" dünyaya sarılmaları ve her türlü kötülüğü yapabilmeleri nasıl açıklanabilir?
Sanıyorum, ölümün hiçbir zaman kendilerine uğramayacağına iman ettiklerindendir. Yaşam deneyimlerim, ölüme ve sonrasına inananların büyük bir çoğunluğunun da, aslında inanmadığını söylüyor. Ölümü  ve sonrasını bilen, hiç kötülüğün peşinde olur mu? İnanmak ayrı, inanıyormuş gibi yapmak ayrı...




***





Ölüm mutlak. Kimse kaçamıyor. Kimseyi affetmiyor. Ölmek için doğuyor insan.

Filozoflar görevlerinin "insanlara ölümü kabullendirmek ve ölümden korkmamayı öğretmek" olduğunu söylüyorlar. 
Dinler, ölüme kabul edilebilir açıklamalar getiriyorlar. Genellikle ilahi dinlerde de, diğer dinlerde de "yeniden diriliş" için ölüm kaçınılmaz son. 


Ölümü içselleştirmek, kabullenmek yaşayanlar için çok zor. Bundan dolayı hem filozoflar hem de dinler, ölümü açıklama ve insanların kabullenebilmesini sağlama peşinde olmuşlardır.
Nietzsche, "ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır" derken, ölüm korkusuna kendince bir açıklama getiriyordu?
"Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok. O halde üzülecek ne var?" demiş Lucretius. 
Ölüm sonrasına inansan da, inanmasan da ölüm mutlak ve karşılaşacaksın. 
Ancak, bunca varlık niye? Sevgi, umut, insani etkileşimler niye? Bunca kötülük niye? Bunca iyi insan nereye?
Hepsinin ya sonsuz bir ödülü ya da cezası olması gerekmiyor mu?



İyilikler ve kötülükler karşılıksız kalacaksa, hangi yasanın ya da ahlak kuralının ne anlamı olabilir ki?


***
Ölüm sonrası...
Diriliş?
Mevlana, ölüme büyük bir mutlulukla "Şeb-i Arus" demişti. Sevgiliye kavuşma anı.
Sokrates de, ölüme güle oynaya gitmişti. "Hem Tanrı'yı göreceğim, hem de dostlarımla (Homeros) buluşacağım" demişti. 


***
O halde yaşarken ne yapacağız? İşimiz ne?
Nazım Hikmet'in "Yaşamak umutlu bir iştir" tanımlaması çok hoş. Yaşamak bir "iş." Sonunda kâr veya zarar var.
Peki, bu "yaşama işini" nasıl yapacağız ve işimizi nasıl geliştireceğiz?
Yaşamanın amacı nedir?
Gorki, "Yaşam üstüne düşünmek, onu yaşamaktan daha zor" diyor. Bu yüzden sanırım Ali Fuat Başgil, "Düşünen bir insan, maden kuyularında kazma sallayan işçiden daha çok çalışıyordur" demiş.
Düşünenler, yaşam işinin amacının kutsal olduğunu ve "Kutsal olan(ın), kişinin kendi hakikati için çıktığı arayış" olduğunu söylüyorlar. Çok sarsıcı düşünceler geliştirmiş olan Nietzsche bu fikirde en azından. 
Büyük tasavvuf adamı ve halk ozanı Yunus Emre, "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" derken, Nietzsche'nin tanımladığı yaşam amacını yüzyıllar öncesinden haykırmıştı. 
Düşünenler ve arayanlar genellikle aynı sonuçta buluşuyorlar (mı?)



***

Peki insanlar ne yapıyorlar ve ne arıyorlar yaşam yolculuğunda?
"İnsanlar unutma ve avunma ararlar, bilgi değil..." diyor Gorki.
Ne kadar haklı.
Carpe Diem! 
Anı yaşa!
Peki;
Yaşamı anlamlandırma?
Hayır, kalsın!
Anı yaşa!



Anlaşılmayanı anlamaya çalışmak yerine, anı yaşa!

Sonra?
Unut!



***

Hayır, değil!
Bu, değil!..
Anlamak ve anlamlandırmak işidir, insanın biricik işi.
"Öldükten sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor" diyordu Alev Alatlı romanının birinde. 
O da, yaşamın amacını "yaşamın koordinatlarını öğrenmek" ve elbette "tamamlanmak" olarak belirliyordu.
Nasıl tamamlanacağını da insan bilemiyor işte!
Çünkü, toplum denen makine düşünmeye fırsat bulamayan otomatlara dönüştürüyor insanları...
Erich Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" kitabı tamamen bunu anlatıyor.
Ve Nurettin Topçu'nun "Var Olmak" isimli kitabı da...


21 Haziran 2019 Cuma

PLİMSOL ÇİZGİSİ

İnsanların, toplumların, devletlerin ve sistemlerin hepsinin de sınırları vardır. Bu sınırlar aşıldığında; duruma göre insanlar önemli sorunlarla karşılaşır, toplumlar kaybeder, devletler yıpranır ve sistemler de çöker. 

Bireysel, toplumsal ve sistemsel düzeylerde, insanlık tarihi boyunca iyilik ve kötülük çatışması hep var olmuştur. İnsanlığın bunca deneyimine rağmen bütün dünyanın üzerinde anlaşabildiği bir toplum ve yönetim modeli henüz bulunamamıştır. Bulunan en iyi idare biçimi kuşkusuz demokrasidir ve demokratik rejimleri elbette istisna tutmak gerekir. Fakat, gelişmiş demokrasilerinde zaman zaman çıkmaza girdiği kaçınılmaz bir gerçektir. "Ehven-i şer" kavramı, demokrasiyi "kötünün iyisi" olarak tanımlamak üzere kullanılır. Gerçekten de totaliter sistemlere bakıldığında, insanlığın özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana temsili demokrasileri son durak olarak gördüğü söylenebilir. İnsanlığın bugüne kadarki deneyimleri de demokrasiden başka çözüm olmadığını göstermektedir. 

***
Winston Churchill'e atfedilen bir söz vardır: "Bir konuşma (yazı) hakkında hüküm vermek için kim söyledi, ne söyledi, nasıl söyledi sorularının yanıtlanması gerekir." Sözün kaynağı, içeriği ve söyleniş biçimi etkisini belirler. En önemli ve paha biçilmez gerçekleri ifade etmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu yüzden az çok kavramlara hakim olmak, söylenenlerin içeriğini bilmek önemlidir. "Ağzı olan konuşuyor" diye herkesin her konuda konuşmasını eleştiren bir deyiş var malum. Tarihsel olaylar ve kişiler hakkında yorum yapmak son derece zor. Sistemler hakkında da... En iyisi karşıt düşünceleri analitik bir yöntemle okumak her zaman. İnsanlığın bugüne kadar "iyi denilebilecek" bir yönetsel sistemi bulamaması ve kuramaması çok da anlaşılabilir bir durum değildir. Ama ne yazık ki, hakikat budur! Lenin, "tarih hepimizden daha kurnazdır" derken sanırım "tarih kendi doğrultusunda akar ve kişiler de onu yönlendirdiğini zannederek akan bu nehrin içerisinde çırpınır durur" demek istemişti.

***
Öngörüler genellikle yanlışlanıyor. "Tarihin kurnazlığı" da burada ortaya çıkıyor ve tarih (kader) kendi kurallarıyla bütün öngörüleri yıkabiliyor. Mesela, "sömürgecilik çöktükten sonra Batılı ülkelerin çökeceği" öngörüsü yanlış çıkmıştır. Tam aksine, Batı bütün dünyanın gözünün içine baktığı bir coğrafya olmuştur. 
John Strachey'e göre ilk imparatorluklar esir avlama şirketleridirler ve artık değer için sömürü düzeni geliştirmişlerdir. Kölelik, tarım devrimi sonrasında büyük işgücü gereksinimini karşılamak için ortaya çıkmıştır. 
Sömürgecilik, insanları zorla mutlu kılmaya çalışmak olarak da tanımlanmıştır. İngiltere'nin Hindistan'ı sömürmesi veya geliştirmesi (!) böyle bir durumdur. 
Sendikacılık, işçi hakları, sosyal güvenlik, örgütlenme özgürlüğü , düşünce ve ifade özürlüğü gibi temel haklar ve güvenceler dünyanın çeşitli yerlerindeki ağır emek sömürülerine karşı geliştirilen ve demokrasinin temel değerlerine dönüşen güvencelerdir. 
İnsanlık tarihinin evrimi, insan haklarının da gittikçe güçlenmesine ve insanların toplumsal ve yönetsel sistemde daha fazla söz sahibi olmasına yol açtı. Örneğin, demokratik katılımın en temel göstergesi olan oy kullanma hakkının genişlemesi oldukça uzun bir zaman almıştır. İngiltere'de 17. yüzyılda partileşme başlamasına karşın, kadınlara oy hakkı ancak 1918 seçimlerinde verilebilmiştir. Her şeye karşın, Batı demokrasilerinin başarısı küçümsenemez. Dünyanın geri kalanının durumu gözler önündedir. 
Yakın bir döneme kadar Sovyetler Birliği Batı demokrasileri karşısında "farklı bir sistemin" güvencesiydi, yıkıldı. Devletin aşırı büyümesi, insan haklarının partiye feda edilmesi, demokratik hakların kullanılamaması, Sovyetleri demokrasi dışı bir rejim yapmıştır ve insan doğasına aykırı bu yapı çökmüştür. 

***
19. yüzyılda gemilere suya batabilecekleri kadar yük almalarını belirleyen çizgiye Plimsol Çizgisi denmiştir. Nedeni ise, İngiliz Milletvekili Plimsol'ın çıkardığı bir yasadır. Devlet gemisinde de çizgi yukarıda kalırsa kurumlar ilerleyebilir ve yoluna devam eder. Devlet gemisinin yükü artırılır  ve çizgi suya batarsa demokrasi yol alamaz. Demokrasinin ve devletin yürümesi demokratik kurallara sıkı sıkıya bağlılık gerektirir. 
Yoksulluk, cehalet, ırkçılık, bölücülük, ayrımcılık, hukuksuzluk sorunlarını aşmış ülkelerde Plimsol Çizgisi (demokrasi çizgisi) yukarıdadır ve demokratik kurumlar işler. Diğerlerinde ise mutlakiyet rejimleri kader olur. En azından, tarihin söylediği budur.