11 Mart 2020 Çarşamba

SOKRATES'İN SAVUNMASI

Ünlü filozof Epiktetos bir köledir. Sahibi sürekli işkence yapar. Bir gün Epiktetos'un bacağını bir mengeneye sıkıştırır. Epiktetos der ki, "Daha fazla sıkarsan kırılacak". Sahibi sıkmaya devam eder ve bacak kırılır. Epiktetos sakin bir şekilde "Sana kırılacak demiştim ,bak kırıldı" der. Kötülükler karşısında iki seçenek vardır: Ya Epiktetos gibi bilgelikle ve kadercilikle karşılamak, ya da "göze göz dişe diş kuralı"nı uygulamak ki, ikinci seçenek hukuk'tur. "Sokrates'in Savunması'nda" da görüleceği üzere, Sokrates de, Epiktetos'un yolunu benimsemiştir. Hangi yolun "son tahlilde" daha doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz?

Bu giriş'ten sonra Sokrates'in savunmasına geçebiliriz:

İyi insanlar ölmez! Peygamberler, filozoflar, şairler, büyük mazlumlar, büyük fatihler... Kötü insanlar da ölmez. Tarihe bakınız, hepsi yaşıyor. İyiler insanlığın onur sayfasında, kötüler de insanlığın rezillik sayfasında... Terazi, vicdandır!
En zayıf yanımız isimlere, aidiyetlere, sembollere, farklılıklara karşı aşırı ön yargılı olmamız. Kendi aidiyet zindanlarımızda veya daracık zihinsel hücrelerimizde genellikle önyargılarla yaşarız.  Mesela, sözkonusu olacak olan "Sokrates" mi, hemen zihinsel ve duygusal olarak duvar öreriz ve hiç ilgilenmeyiz, ötekileştiririz. Biraz yakından bakabilsek, her insanın hikâyesinde kendi hikâyemizden bir parça buluruz oysa. Tarihin her döneminde, her yerde ve her kültürde, insan hep aynı insan. Yaşadıkları hep aynı. Coğrafyası, kimliği fark etmiyor. Aidiyetler, renkler, ırklar, kültürler değişiyor ama yaşananlar hep aynı. Dünyanın her coğrafyasından öğrenilebilecek çok şey var. 

Evet, bu yazıda konu Sokrates ve Sokrates'in ölüm anı. Bu anları en iyi anlatan bölüm, Platon'un "Devlet" isimli kitabının çevirisinin önsözü. Sabahattin Eyüboğlu tarafından 1940'lı yıllarda yapılan çeviri en iyisi.


Milattan önce 399'da 71 yaşında ölüm cezasına çarptırılıyor Sokrates. Güle oynaya ölüme gidiyor. Dostları ve yakınları üzülürken o gülüyor. Çünkü, yaşamın ölüm ve sonrasıyla bir bütün olduğuna inanmış. Mevlana'nın Şeb-i Arus diye nitelediği ölümü bir anlamda Sokrates de öyle yorumluyor ve gidiyor. Güle oynaya, dünyayı kötülere bırakarak "bir başka yaşama gidiyorum" diyerek ayrılıyor kötülerin dünyasından,  
***
Her iyi insanın başına gelebildiği gibi, Sokrates  de çekemeyenleri tarafından iftiraya uğruyor ve 500 kişilik Atina Meclisi'nde yargılanıyor. Sözde yargıçlar iftiracıların yanında. 220 karşı oya rağmen 280 kişinin onayı ile "baldıran zehiri içmek suretiyle idamına" hükmediliyor. O dönemin "demokratik yargısı" da iftiracıların beklentisini karşılıyor. Sokrates'in savunması bütün çağlara ışık tutabilecek nitelikte. Savunmadan bazı alıntılar özetle şöyle:
- Atinalılar, beni suçlayanların (iftira atanların) sözleri o kadar yalan ve aldatıcı ki, kendi hesabıma onları dinlerken beni öyle bir anlattılar ki, az kalsın kim olduğumu unutuyordum, kendimi tanıyamadım. Fakat onlar doğru tek kelime bile söylememişlerdir. Ama ben hep gerçeği söyledim ve şimdi de söyleyeceğim.
- Bu yalanları uydurabilmek için, doğrusunu söylemek gerekirse  insan çok utanmaz olmalıdır.
- Kötülükleri ve fenalıkları yüzünden önce kendilerini bile inandırmaya çalışan ve sizleri bütün suçlamalara inandıran insanlar, uğraşılması en zor olanlardır. 
- "Sen de herkes gibi olsaydın bu dedikodu ve suçlamalar olmazdı" diyenler var. Fakat bu benim karakterime aykırı.
- Benim suçum bazı alanlarda fazla bilgi sahibi olmak, insanları kandıranları, topluma kötülük yapanları uyarmak. (Doğal olarak düşmanlıklarını kazanmak...)
- Asıl bilen Tanrı'dır. Ben yalnızca yaşamın her alanıyla ilgili birşeyler öğrenmeye çalışan meraklı bir insanım. 
- Bana iftira atan yalancılardan Meletos şairlerin, Anytos politikacıların, Lykon da hatiplerin garezine tercüman olmuştur (onlar adına iftiracı olmuşlar ve bu rezil davranışı sergilemişlerdir.) Ben açık sözlü ve içten olduğum için benden nefret ettiler.
- Bana karşı kin, düşmanlık ve çekememezlik... İftira ve düşmanlığın nedenleri bunlardır.
- Hakikaten değerli olan bir kimse "yaşayacak mıyım, yoksa ölecek miyim" diye düşünmemelidir. (Bu kaygıyı yaşamın bilincine ulaşanlar taşımazlar.) İçinde "dürüstlük ateşi" olan kişi ölüm veya yaşam konusunda kaygılanmaz. Kaygılanması gereken, bir şeyi yaparken doğru mu eğri mi, iyi bir insan olarak mı kötü bir insan olarak mı yapıp yapmadığıdır. Truva'da "Hektor'dan sonra kaderin seni bekliyor" dediler Aşil'e. Yani, "öleceksin dediler. O da, "onursuzca yaşamayı seçemem. Bundan sonra hemen ölebilirim. Düşmanlarımdan intikamımı alırken onurluca ölmeyi tercih ederim" dedi.
- İnsanların en büyük korkusu olan ölümün hakikatte büyük bir iyilik olmadığını kim bilebilir? İnsanlar en büyük kötülük olarak gördükleri şeyin en büyük iyilik olup olmadığını bilemezler.
- Ömrüm oldukça düşünce (felsefe) ile uğraşıp, bunu her önüme gelene de anlatacağım, ancak Tanrı'ya baş eğerim. Ben sadece iyi insanlara kötülük yapmanın kötü ve onursuzca bir davranış olduğuna inanırım.
- Ben vücudunuza, servetinize değil ruh terbiyenize önem vermenizi istiyorum.
- Ölmem lazım gelirse bin kere ölmeye razıyım. Yolumu asla değiştirmeyeceğim. Ben her zaman size şunları söylemeye devam edeceğim: "En büyük parayı, en büyük onuru, en büyük şanı kazanmak için sınırsız bir endişeyle davranıyorsunuz. Ama ruhunuzun gelişimi ve bilinç sahibi olma konusunda bir çaba göstermemekten utanmıyorsunuz. Para erdem getirmez. Ama erdem her türlü iyiliğe ulaştırır."
- Benim gibi bir adamı öldürmekle beni değil, kendinizi öldürmüş olacaksınız. Çünkü, adaletten sapacak ve haksızlık yapacaksınız. Böylece kötü ve rezil Meletos gibileri ödüllendireceksiniz.
İnsana, yurttaşa özgü erdemleri öğreten biriydim. Bana sürülmeye çalışılan lekelerin neden kaynaklandığını anlatayım. 
- Ben Atinalıları yanlışlarından dolayı dürtükleyen bir at sineğiyim. Yanlış yaptıklarında onları hep rahatsız ettim.
- Dostum Homeros'un dediği gibi "Tahtadan veya taştan yapılmış değilim. Nihayetinde ben de bir insanım. İnsan ana babadan dünyaya geldim ve bir ailem var."
- Şuna inanmalısınız ki sayın yargıçlarım, mühim olan ölümden veya cezadan kurtulmak değil, haksızlıktan sakınmaktır. Çünkü, haksızlık ölümden daha hızlı koşar, toplumu zehirler, toplumu öldürür. Bana haksızlık edenler, kötülük yapanlar ömür boyu vicdanlarında kötülük ve haksızlık cezasıyla yaşayacaklar. 
- Ölümün kötülük sayılması yanılgıya düşmektir. Ölen kimse ya hiçliğe, yokluğa eriyor, hiçbir şey bilmez oluyor ya da denildiği gibi ölüm bir değişmedir; bulunduğumuz yerden ruhun bir başka yere göçmesidir. Ölüm her duygunun kısılması, sönmesiyse; deliksiz bir uykuya benziyorsa, ne eşsiz bir kazançtır ölmek.
- Öte yandan ölüm bizi buradan başka bir yere götürecek geçit ise, orada bütün insanlar toplanıyorsa, bundan daha büyük iyilik olur mu sayın yargıçlar?
- İyi bir insana yaşamı süresince de, öldükten sonra da hiçbir kötülük gelmez. Kötülük sanılanlar iyiliğe döner, Tanrı korur onu.
- Ayrılmak zamanı geldi artık, yolumuza gidelim: Ben ölmeye, sizler de yaşamaya. Hangisi daha iyi? Tanrı'dan başka kimse bilmez bunu!
- Izdırapsız bir yaşam, yaşanmaya değmez.
- Ruh efendi, beden köledir. Ruh ölümsüz, beden ölümlüdür. Tanrı'nın ve ruhun bilincine varanlar ölçülü ve korkusuzdurlar.

*** Ölüm cezası verildikten sonra Sokrates:

"Doğruyu söyleyen ve yaşayan öbür dünyada ölümsüz olacak. O halde ey dostlarım eğer beni öldürürlerse sakın üzülmeyin. Kimseye borcum yok. Dostum .... bir horoz borcum var. Benim adıma onu öderseniz bu dünyadan borçsuz giderim. 
Müsaade edin yan odada yıkanıp temizleneyim." 
Ve sonra baldıran zehrini kendi içti. Odada biraz dolaştı. Dostlarına gülümsedi. Zehir etkisini göstermeye başlayınca yavaşça uzandı ve hayata veda etti. 

Sokrates adaleti, iyiliği, bilinçli olmayı, kamu yararını savunduğu için sonsuza kadar iyi anılacak bir isim olarak tarihe geçti. Ya ona iftira atma ve haksızlık yapma rezilliğini ve sefilliğini gösterenler? 
Onlar da sonsuza kadar lanetle, tiksintiyle, nefretle anılacaklar, anılıyorlar. 
Hayat hep böyledir ve böyle devam edecek...
Yaşamın kuralları, kodları ve aktörleri hiç değişmiyor. Uygarlık hikâyesi ne kadar değişse de...


4 Kasım 2019 Pazartesi

Yalnızlık ve Yaşamın Yanılgılarına Dair

(Yalnızlık, alınyazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu bir yoldur. Herman Hesse)

İnsan, sosyal bir varlıktır  ve insanın yalnız olamayacağı herkes tarafından kabul edilmiştir. "Herkes" kim? Kendisine verilen yaşam armağanını olması gerektiği gibi "rutinleriyle ve bir anlamda sıradanlıklar toplamıyla" tamamlayabilenler sanırım "herkes" sınıflandırmasının içine girer. Bu "herkes" doğar, büyür, sonunda yaşlanır ve ölür. İz bırakamadan, hafızalarda uzun süre yer etmeyecek bir biçimde çeker giderler bu dünyadan. Bu belki de dünyaya gelenlerin en büyük başarısıdır. Normal bir hayat yaşayıp ölmek... Ancak, insana dair gerçeklikler de değişiyor artık. İnsanın sosyalliği de yalnızlığa doğru evriliyor. Bir tam anlamıyla yalnız olanlar, bir de kalabalıkların ve toplumsal olanın içinde yalnız olanlar var. Yalnızlığın olağanlığı, sıradanların kalabalıklığı ve belirleyiciliği eşyanın tabiatı.

Düşünenler var bir de, kalabalıklar içinde yalnız... "Herkes" gibi yaşamayı başaramayanlar, herkesin ve her şeyin ötesine geçebilenler. Olayları, insanları ve yaşama dair her şeyi farklı algılayan, gören ve yorumlayanlar. Tarih boyunca bu tür insanlar hep var olmuştur. Filozoflar, bilgeler, ermişler, ozanlar vs.

Bu kategorideki insanlar "herkesin" göremediğini gören ve gördükleriyle de bir yaşam ve dünya tasarımı oluşturan ve böyle olduğu için de genellikle yalnızlaşan insanlardır. Kalabalıkların ve sıradanlıkların dışındadır bunlar. J. J. Rousseau'yu çoğumuz biliriz. Yaşamının sonuna doğru aradığı huzuru yalnızlıkta bulan ve yaşadıklarını "Yalnız Gezenin Düşleri" diye kitaplaştıran Rousseau, aslında düşünebilenlerin ve yalnızların kaderinin tercümanı olmuştur. "Düşünmek" çünkü dünyanın ağır işidir ve her bünyenin terazisine uygun değildir.

Rousseau'nun yalnızlık, yaşam, ölüm, insanlar, eleştiri, umut gibi konuları nasıl yorumladığına bakalım:
- "Eleştiri" söz konusu olduğunda akıl çıkar ortaya. Demek ki, eleştirebilenler akıl denen mekanizmayı kullanabilenlerdir. Siyasi düşünceler tarihinde çok önemli bir yeri olan "Toplum Sözleşmesi"ni 1762'de yazmış ve ömrünün sonuna doğru bildiğimiz görüşlerinin çok dışında şaşırtıcı belirlemeleri olmuştur. Şu cümleleri için kitaplar yazılabilir: "İlerleme ve bilimsel gelişme insanın mutluluğuna katkı yapmamış, eşitsizliği artırmıştır. Uygar insan özgürlük ve erdemi lüks yaşam ve tüketim uğruna bir kenara bırakmıştır." 
Bu düşüncelerin eskimezliği ve muazzam tespitler olduğu bugünkü insanlığın sefil durumundan anlaşılmıyor mu?

Şimdi gelelim Rousseau'nun tanımladığı acılara ve yalnızlığa: "Acı, ölüme yakın olma, bireysel mutluluğu ve iç huzuru arama, kişiye özgü bir erdeme duyulan gereksinim, toplumsal olandan kaçma arzusu uyandırıyor/uyandırdı.." 

Kalabalıkların ruhu yoktur. Kitleler düşünmezler, sürüklenirler. Toplumsal olan karşısında birey, zaman zaman vahşi bir ormanda yırtıcı sürülerin saldırısına maruz kalan yalnız bir ceylan gibidir. Toplum bir makinedir ve öğütür. Doğru olana bakmaz; popüler olana, güncel olana, rağbet görene ve moda olana bakar. 

Ve sonunda o durağa gelir "düşünen insan":
"Soğuk, hüzünlü düşler... Küskünlük, yalnızlık ve tarihin dışına itilme..." Çünkü, kalabalıklar seni öğütmek istiyor, kendine uydurmak istiyor. Sense "var olmak" istiyorsun. Kalabalıkların genel kabullerine ve saplantılarına rağmen kendin olmak istiyorsun.

Rousseau, yıkıcı ve yıpratıcı düşüncelerden sonra huzuru bulur. Daha ileriye gider ve neredeyse hem topluma ve hem de yaşama sırtını döner: "Dünyada benim için her şey sona erdi. Burada artık bana ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Bu dünyada korkacağım ya da umacağım hiçbir şey kalmadı. Bu dünyaya yabancı bir gezegenden düşmüş gibiyim. Yüreğim bedbahtlığın ateşinde temizlendi."
Buraya Nurettin Topçu'dan bir cümle: "Yaşam,  arınma/olma yolculuğudur." Demek ki, "bedbahtlığın ateşinde temizlenen yürekler" arınabiliyor.

Roussau insanların iki yüzlülüğü, ihaneti ve bilumum kötülükleri karşısında "Tanrı adildir; O acı çekmemi istiyor. Fakat masum olduğumu biliyor. İşte O'na güvenmemin nedeni bu. Şikayet etmeden acı çekmeyi öğrenelim; sonunda her şey yoluna girecek."
Çünkü, yaşam bir anlamda bir savaştır: "Doğduğumuzda girdiğimiz savaş meydanından ölünce çıkarız." Ne savaşı bu? Her şeyden önce elbette kendini bulma ve var olmanın bilincine erme savaşı.

"Öğrenmeyi istediğim zaman, başkalarına öğretmek için değil kendim bilmek istediğim için öğrendim. Mutsuzluk (veya sorunlarla dolu bir yaşam) şüphesiz çok büyük bir öğretmendir ve dersleri de pahalıdır."

Düşünüyorsunuz... Yaşama dair farklı şeyler algılıyorsunuz, görüyorsunuz ve en büyük yanılgınızı yaşıyorsunuz: Etrafın da, kalabalıkların da sizinle birlikte olduğunu zannediyorsunuz. Sonra sabah oluyor ve bakıyorsunuz kalabalıkların derdi ile sizin derdiniz hiçbir biçimde örtüşmüyor.
Günaydın o halde: "Boş umutlardan kurtulunca artık kendimi esas ve süreklik zevkim olan kayıtsızlığa ve zihin dinlendirmeye bıraktım. Dünyayı da, şatafatını da terk ettim... tutkularla arzuları da kalbimden söküp attım.
İnsanların budalaca düşüncelerine ve kısacık ömrün küçücük olaylarına gereğinden fazla önem verdiğimi gördüm. Dereye düşen bir tüy, suyun akışını bozabilir mi? Küçük olaylar da hayatın akışı içinde önemsizdir."
Rousseau, yaşamın sonlarına doğru bir derviş gibi bu düşüncelere ulaşmış ve huzuru bulmuş. Çoğunluğun tarzı, "doğru olan" değildir her zaman. Toplumdan ve çevresinden gördüğü kötülükleri yorumlama biçimine bakalım: "Felaketimde bana güç veren ancak masumluğumdur ve bu yegâne kaynaktan mahrum olup kötülüğü seçemem. Kötülük etme sanatında onlara yetişebilir miyim? Yetişsem de yapacağım kötülük hangi derdime iyi gelir? Kötülük yaparsam ancak kendime olan saygımı kaybederim."

Konfüçyüs, Buda, Sokrates, Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi insanlığın ve yaşamın sırlarını çözenler de aynı düşünceleri dillendirmemişler miydi?

Rousseau da ömrünün son mevsiminde aynı yoldan ilerliyor: "Sabır, itidal, adil davranış insanla anılacak olan iyi niteliklerdir ve bunların sürekli zenginleştirilmesi gerekir. Yaşlılığımın geri kalanına adadığım konu yalnızca budur. Daha erdemli olarak yaşama veda edebilirsem ne mutlu bana! Yaşamını gerçek uğruna tehlikeye atabilmek erdemdir (vitam vero impendenti). Borçlu olduğumuz gerçek, adaleti ilgilendiren gerçektir."
"Kalbin huzur içinde olması ve hiçbir tutkunun bunu bozmaması gerekir. Hareket olmadan hayat sadece aşırı bir uyuşukluktur. Mutlak bir sessizlik/hareketsizlik kedere sürükler. Bu ölümün görüntüsüdür."
Herkesin unuttuğu ve asla kaçamayacağı mutlaklık; hayatın bitiş düdüğü: ÖLÜM

Herkesin kendine sorması gereken bir soruya dair de Roma İmparatorlarından Vespasien'i (M.S 71) örnek veriyor: "Vespasien yeryüzünde 70 sene geçirdim, sadece 7 yıl yaşadım demiş."

Evet, çok önemli bir soru: Yüz yaşında da ölseniz, gerçekte "kendiniz olarak" kaç yıl yaşarsınız? Veya şimdiye kadar kaç yıl yaşadınız/yaşadık?