4 Kasım 2019 Pazartesi

Yalnızlık ve Yaşamın Yanılgılarına Dair

(Yalnızlık, alınyazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu bir yoldur. Herman Hesse)

İnsan, sosyal bir varlıktır  ve insanın yalnız olamayacağı herkes tarafından kabul edilmiştir. "Herkes" kim? Kendisine verilen yaşam armağanını olması gerektiği gibi "rutinleriyle ve bir anlamda sıradanlıklar toplamıyla" tamamlayabilenler sanırım "herkes" sınıflandırmasının içine girer. Bu "herkes" doğar, büyür, sonunda yaşlanır ve ölür. İz bırakamadan, hafızalarda uzun süre yer etmeyecek bir biçimde çeker giderler bu dünyadan. Bu belki de dünyaya gelenlerin en büyük başarısıdır. Normal bir hayat yaşayıp ölmek... Ancak, insana dair gerçeklikler de değişiyor artık. İnsanın sosyalliği de yalnızlığa doğru evriliyor. Bir tam anlamıyla yalnız olanlar, bir de kalabalıkların ve toplumsal olanın içinde yalnız olanlar var. Yalnızlığın olağanlığı, sıradanların kalabalıklığı ve belirleyiciliği eşyanın tabiatı.

Düşünenler var bir de, kalabalıklar içinde yalnız... "Herkes" gibi yaşamayı başaramayanlar, herkesin ve her şeyin ötesine geçebilenler. Olayları, insanları ve yaşama dair her şeyi farklı algılayan, gören ve yorumlayanlar. Tarih boyunca bu tür insanlar hep var olmuştur. Filozoflar, bilgeler, ermişler, ozanlar vs.

Bu kategorideki insanlar "herkesin" göremediğini gören ve gördükleriyle de bir yaşam ve dünya tasarımı oluşturan ve böyle olduğu için de genellikle yalnızlaşan insanlardır. Kalabalıkların ve sıradanlıkların dışındadır bunlar. J. J. Rousseau'yu çoğumuz biliriz. Yaşamının sonuna doğru aradığı huzuru yalnızlıkta bulan ve yaşadıklarını "Yalnız Gezenin Düşleri" diye kitaplaştıran Rousseau, aslında düşünebilenlerin ve yalnızların kaderinin tercümanı olmuştur. "Düşünmek" çünkü dünyanın ağır işidir ve her bünyenin terazisine uygun değildir.

Rousseau'nun yalnızlık, yaşam, ölüm, insanlar, eleştiri, umut gibi konuları nasıl yorumladığına bakalım:
- "Eleştiri" söz konusu olduğunda akıl çıkar ortaya. Demek ki, eleştirebilenler akıl denen mekanizmayı kullanabilenlerdir. Siyasi düşünceler tarihinde çok önemli bir yeri olan "Toplum Sözleşmesi"ni 1762'de yazmış ve ömrünün sonuna doğru bildiğimiz görüşlerinin çok dışında şaşırtıcı belirlemeleri olmuştur. Şu cümleleri için kitaplar yazılabilir: "İlerleme ve bilimsel gelişme insanın mutluluğuna katkı yapmamış, eşitsizliği artırmıştır. Uygar insan özgürlük ve erdemi lüks yaşam ve tüketim uğruna bir kenara bırakmıştır." 
Bu düşüncelerin eskimezliği ve muazzam tespitler olduğu bugünkü insanlığın sefil durumundan anlaşılmıyor mu?

Şimdi gelelim Rousseau'nun tanımladığı acılara ve yalnızlığa: "Acı, ölüme yakın olma, bireysel mutluluğu ve iç huzuru arama, kişiye özgü bir erdeme duyulan gereksinim, toplumsal olandan kaçma arzusu uyandırıyor/uyandırdı.." 

Kalabalıkların ruhu yoktur. Kitleler düşünmezler, sürüklenirler. Toplumsal olan karşısında birey, zaman zaman vahşi bir ormanda yırtıcı sürülerin saldırısına maruz kalan yalnız bir ceylan gibidir. Toplum bir makinedir ve öğütür. Doğru olana bakmaz; popüler olana, güncel olana, rağbet görene ve moda olana bakar. 

Ve sonunda o durağa gelir "düşünen insan":
"Soğuk, hüzünlü düşler... Küskünlük, yalnızlık ve tarihin dışına itilme..." Çünkü, kalabalıklar seni öğütmek istiyor, kendine uydurmak istiyor. Sense "var olmak" istiyorsun. Kalabalıkların genel kabullerine ve saplantılarına rağmen kendin olmak istiyorsun.

Rousseau, yıkıcı ve yıpratıcı düşüncelerden sonra huzuru bulur. Daha ileriye gider ve neredeyse hem topluma ve hem de yaşama sırtını döner: "Dünyada benim için her şey sona erdi. Burada artık bana ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Bu dünyada korkacağım ya da umacağım hiçbir şey kalmadı. Bu dünyaya yabancı bir gezegenden düşmüş gibiyim. Yüreğim bedbahtlığın ateşinde temizlendi."
Buraya Nurettin Topçu'dan bir cümle: "Yaşam,  arınma/olma yolculuğudur." Demek ki, "bedbahtlığın ateşinde temizlenen yürekler" arınabiliyor.

Roussau insanların iki yüzlülüğü, ihaneti ve bilumum kötülükleri karşısında "Tanrı adildir; O acı çekmemi istiyor. Fakat masum olduğumu biliyor. İşte O'na güvenmemin nedeni bu. Şikayet etmeden acı çekmeyi öğrenelim; sonunda her şey yoluna girecek."
Çünkü, yaşam bir anlamda bir savaştır: "Doğduğumuzda girdiğimiz savaş meydanından ölünce çıkarız." Ne savaşı bu? Her şeyden önce elbette kendini bulma ve var olmanın bilincine erme savaşı.

"Öğrenmeyi istediğim zaman, başkalarına öğretmek için değil kendim bilmek istediğim için öğrendim. Mutsuzluk (veya sorunlarla dolu bir yaşam) şüphesiz çok büyük bir öğretmendir ve dersleri de pahalıdır."

Düşünüyorsunuz... Yaşama dair farklı şeyler algılıyorsunuz, görüyorsunuz ve en büyük yanılgınızı yaşıyorsunuz: Etrafın da, kalabalıkların da sizinle birlikte olduğunu zannediyorsunuz. Sonra sabah oluyor ve bakıyorsunuz kalabalıkların derdi ile sizin derdiniz hiçbir biçimde örtüşmüyor.
Günaydın o halde: "Boş umutlardan kurtulunca artık kendimi esas ve süreklik zevkim olan kayıtsızlığa ve zihin dinlendirmeye bıraktım. Dünyayı da, şatafatını da terk ettim... tutkularla arzuları da kalbimden söküp attım.
İnsanların budalaca düşüncelerine ve kısacık ömrün küçücük olaylarına gereğinden fazla önem verdiğimi gördüm. Dereye düşen bir tüy, suyun akışını bozabilir mi? Küçük olaylar da hayatın akışı içinde önemsizdir."
Rousseau, yaşamın sonlarına doğru bir derviş gibi bu düşüncelere ulaşmış ve huzuru bulmuş. Çoğunluğun tarzı, "doğru olan" değildir her zaman. Toplumdan ve çevresinden gördüğü kötülükleri yorumlama biçimine bakalım: "Felaketimde bana güç veren ancak masumluğumdur ve bu yegâne kaynaktan mahrum olup kötülüğü seçemem. Kötülük etme sanatında onlara yetişebilir miyim? Yetişsem de yapacağım kötülük hangi derdime iyi gelir? Kötülük yaparsam ancak kendime olan saygımı kaybederim."

Konfüçyüs, Buda, Sokrates, Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi insanlığın ve yaşamın sırlarını çözenler de aynı düşünceleri dillendirmemişler miydi?

Rousseau da ömrünün son mevsiminde aynı yoldan ilerliyor: "Sabır, itidal, adil davranış insanla anılacak olan iyi niteliklerdir ve bunların sürekli zenginleştirilmesi gerekir. Yaşlılığımın geri kalanına adadığım konu yalnızca budur. Daha erdemli olarak yaşama veda edebilirsem ne mutlu bana! Yaşamını gerçek uğruna tehlikeye atabilmek erdemdir (vitam vero impendenti). Borçlu olduğumuz gerçek, adaleti ilgilendiren gerçektir."
"Kalbin huzur içinde olması ve hiçbir tutkunun bunu bozmaması gerekir. Hareket olmadan hayat sadece aşırı bir uyuşukluktur. Mutlak bir sessizlik/hareketsizlik kedere sürükler. Bu ölümün görüntüsüdür."
Herkesin unuttuğu ve asla kaçamayacağı mutlaklık; hayatın bitiş düdüğü: ÖLÜM

Herkesin kendine sorması gereken bir soruya dair de Roma İmparatorlarından Vespasien'i (M.S 71) örnek veriyor: "Vespasien yeryüzünde 70 sene geçirdim, sadece 7 yıl yaşadım demiş."

Evet, çok önemli bir soru: Yüz yaşında da ölseniz, gerçekte "kendiniz olarak" kaç yıl yaşarsınız? Veya şimdiye kadar kaç yıl yaşadınız/yaşadık?

19 Ekim 2019 Cumartesi

Ginko Bloba, Goethe ve Yaşama Dair

Almanya'da bulunduğum sırada büyük Alman şairi Goethe'nin evinin bulunduğu Weimar'ı ziyaret etmiştim. Weimar ziyareti sonrası şiirimsi bir şeyler de yazmıştım, "Ben de dolaştım kralların, şairlerin, filozofların gezdiği bu bahçelerde..." gibisinden...

Weimar'dan aklımda kalanlardan bazılarını paylaşmak istiyorum. Schiller gibi önemli bir ismin de kenti Weimar; aynı zamanda Almanya'nın ilk ve başarısız Anayasası'nın (Weimar Anayasası, 1918) yazıldığı kent. Başarısız, çünkü Almanya'nın çöküşünü ve İkinci Dünya Savaşı afetini hazırlayan en önemli faktörlerin başında sayılıyor bu anayasa...
Neyse konumuz bu değil elbette...

Goethe bütün dünyanın bildiği ve hayran olduğu büyük Alman şairi. 1749-1832 yılları arasında yaşayan şair, dünya edebiyatında büyük bir iz bırakmıştır. 
Her büyük insanın eserleri ile gerçek yaşamı arasında önemli uyuşmazlıklar olabilmiştir. Goethe her doğumda ve ölümde muhakkak seyahate çıkarmış. Bir anlamda yaşamın sıkıntılarından uzaklaşmayı seçmiş hep. Buna bencillik denebilir mi?
Evet!... Ancak, insanlık tarihinde kaç insan böylesine izler bırakabilir ki? Sanıyorum şairlerin ve filozofların bu tür insani zaaflarını görmezden gelmek daha doğru.

Etkileyici, mistik bir ortam... Büyük, ferah ve geniş bir yeşil alanın içerisinde, dev ağaçların gölgesinde Goethe'nin evi... Masası, kalemleri, eşyaları olduğu gibi bu müze evde duruyor. O seyahatte Goethe'nin 65 yaşında unutulmaz aşk şiirleri yazdığını, bunlardan birisinin de Ginko Bloba ağacıyla ilgili olduğu anlatıldı. Ağaç uzak doğudan getirilmiş, Avrupa kıtasına yabancı. O ağaç hala Goethe'nin evinin olduğu mekânda varlığını sürdürüyor. Oldukça etkilenmiştim. Mevlana'nın "yer ve gök" metaforu gibi, insanın ötekiyle "tamamlanma yolculuğu"nu Goethe, Ginko Bloba ağacıyla anlatıyor. Yaprak ikiye ayrılmış gibidir, ancak herkes onu "bir" bilir. Sevgi, ikiliği bir yapar.

Şair, Ginko Bloba şiirinde sevdiği Marienne'ye şöyle sesleniyor:

"Doğudan bahçeme gelen emanet 

Şu ağacın yaprağı,
Hoş, gizemli bir mesaj verir, 
Bileni işte böyle sevindirir.
Canlı bir varlık mıdır bu?
İçten kendi kendini bölmüş.
Yoksa onlar iki ayrı güzellik midir,
Ki insan onları bir olarak bilir?
Böyle sorulara cevap vermek için,
Galiba doğru anlamı buldum:
Hissetmiyor musun şiirlerimde, 
Tek ve çift olduğumu benim?"

Mevlana da, "yer ve gök" metaforuyla insanın ötekiyle tamamlandığını anlatıyor ki, Erich Fromm Sevme Sanatı isimli kitabında bu anlatıma özel bir yer veriyor. "Hayat aşktır. Hayatın hayatı ise ruhtur" diyor Goethe. 



Hem Mevlana, hem de Goethe'nin varlığının anlamını sevgiyle izah etmeleri üzerinde düşünmek gerekir. Nefret ve düşmanlık insanlığı yok ediyor, yaşamı anlamsızlaştırıyor ve çoraklaştırıyor. 


Kıtalar dolaşan cehalet, hırs, bencillik, vicdansızlık, hukuksuzluk insanın yolculuğunun özünü unutturuyor ve insanı adeta çöpe dönüştürüyor. 

"Yaşadı ve öldü gitti" sıradanlığı yaşamı yaşanmaz hale getiriyor. İnsanın saflaşması, kötülüklerinden arınması gereken bu yaşam yolculuğunda ne Goethe'ye ne de Mevlana'ya yer var...
Sadece iki yüzlü konuşmaları süslemek ve sosyal medyada onların diliyle geçinmek için var olan birkaç isimden yalnızca ikisi Mevlana ve Goethe...

Ve insan aldandı...
Ne büyük bir cehalet zehirlenmesidir yaşanan...
Bugünün dünyasında sevgi, empati, hakkaniyet, anlama ve anlamlandırma çabalarına yer yok...
Yalnızca hırsların tatmini için dünyayı yakanlar var...
Miktar ideolojisinin kurbanı milyarlarca insan...
Herkes "en çoğa" sahip olmak istiyor.
Kim ölmüş, kim kalmış kimin umurunda...
Sonuçta "kalan sağlar" dünyanın çarkını döndürüyor rahatlıkla...

İyi ki, iyiye ve iyiliğe olan umut hep var oldu ve insan var oldukça da var olacak...
İyi ki, insanlığın kandilleri olan bilge insanlar, sanatçılar, şairler, filozoflar, düşünen insanlar var olmuş tarih boyunca...

Yoksa, Cemil Meriç'in deyimiyle "göğüslerinde bir kalp çarpmayan" bunca ceset, dünyanın sonunu çoktan getirirdi...

Mevlana'yla son verelim:

Evet Ahmet benim, ama dünkü Ahmet değil
Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
Dünle beraber gitti cancağızım.
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Mevlana